NISAN2022 Zekeriya Şimşek
İngilizce, Türkçe ve Cepçe’nin İzmircesi…
İngilizce, Türkçe ve Cepçe’nin İzmircesi… Kültür ekosisteminin özü ve olmazsa olmazı; anadilinde, ait olduğu kültür coğrafyasının değer ve kavramlarıyla düşünmek ve doğru konuşup yazmaktır. Dil, konuşmaktan öncelikli bir düşünme aracıdır. “Kültür Savaşları”, ideolojik yönü kadar yurttaşların dil duyarlılıkları/duyarsızlıkları üzerinden şekillenmektedir. Okullarda, kitaplarda, medyada ve devletin resmî yayın organlarında kullanılan dil, her geçen gün melezleşmekte ve bunun yansımaları gündelik hayatta sözcüklerin anlam mecralarının dışına taşırılmasıyla sonuçlanmaktadır. Sanattan edebiyata, spordan siyasete süreli yayınların adlarına (İzmir Life?) kısa bir göz atmak bile, içinde yaşadığımız ortamın dil aracılığıyla kültür coğrafyamıza ihanetini tescil etmektedir. 1839 Tanzimât Fermanı ve 1845 Encümen-i Dâniş ile başlayan süreçte dil, alfabe, sadeleştirme, özleştirme-tasfiye tartışmaları bugünde sürmektedir ve elde ettiğimiz tek başarı, birbirimizi ötekileştirmektir. Bir taraf, sözcük tasfiyesini ve dilde arılaşmayı ilericilik/devrimcilik saymakta ve dilden sözcük atarak dili zenginleştirmekte (!); karşı taraf, tam tersine Türkçesi varken anlamsız bir biçimde Arapça-Farsça terkipleri kullanmakta inat etmektedir. İki uçlu, sınır tanımaz bir züppelik sarmalında, olan Türkçe’ye olmaktadır. Üçüncü kulvarda ise “küresel insan”ımız tam gaz ileri! İzmir cadde ve sokaklarından rastgele bir seçkiye buyurun: Adana Matbah-ı, North Pier’s (Sevgili Sefa’nın hedef kitlesi Kuzey İrlandalılar mı acaba?), Salash Kebapchi, Efendy Çiğköfte, Keb-Up, Folkart Incity (in?), Su Hospital, Chef Börek, Ocakbaşı Restaurant (Restoran yazsa Allah günah yazar), Ottoman Wedding (Osmanlı mezarından kalkıp gelebilir!), Ceshme Plus Otel, Fawori Boya… Dahası var, “since” yazmış üstünde Özurfa Kebapçısı; “iceworld” yazmış altında Kahramanmaraş Dondurması. İnsanımızın zekâ fışkıran icatları… Türkçe Katliamları ile Marka Katliamları el ele! Lokanta menüleri “bonus”! Çevre kirliliği kürdan kalır, kültür kirliliğinin yanında. Bilgi kirliliğinin yoldaşı dil kirliliği. “Kebap House?” Yuh sana! Nikola Tesla düşünemezdi bunu… Marka olacağım derken madara olmaktır bu. Sakın ha elinizi sallamayın! Ülkemizde herkes “dünya markası”. Ama En İyi Global Markalar/Best Global Brands sıralamasında ilk 100 içinde yerimiz yok. İkinci Dünya Savaşı’nda asker gönderip destek verdiğimiz ve o günden bugüne Kuzey’in tehdidini her an ensesinde hisseden Güney Kore 1950’den bugüne yarattığı 4 dünya markası (Samsung, LG, Hundai, Kia) ile listede, hem de şoför mahallinde. 2003’te “10 yılda 10 dünya markası” sloganı ile yola çıkan devlet destekli Turquality programı dağıttığı bunca paraya karşılık hâlâ “ses var görüntü yok” kıvamda, devam… Konuyu dağıtmayalım. Bir iletişim aracı olarak dil(ler), toplumsal gelişmenin lokomotif değeri. Bugün dünyada en çok konuşulan diller sıralamasına baktığımızda ilk on şöyle: Çince, İngilizce, İspanyolca, Hintçe, Arapça, Rusça, Bengalce, Türkçe (200 milyon; KKTC, Azerbaycan, Türkî Cumhuriyetler ve dünya ülkelerindeki diğer Türkler toplamı), Portekizce ve Fransızca (www.tr.wikipedia.org). Türkçemiz, yeryüzünde en çok konuşulan diller arasında ve ne yazık ki pek çoğumuz bu gerçeği bilmiyoruz. Türkçe hem konuşan insan sayısı bakımından hem de dünyanın en eski dillerinden biri (Altay-Oğuz-Türk dilleri) olması açısından önemli bir dildir. Utanmamıza gerek yok(!) Her dil başka dillerden sözcük alışverişindedir. Diller arasında etkileşim doğaldır. Uluslar gibi diller de birbiri ile ilişki hâlindedir. Ancak bir dilin başka bir dilin egemenliği altına girmesi başka bir şeydir. Türkçe’nin günümüzde maruz kaldığı tehlike budur. Dil kimlik, anadil anayurt hükmündedir. Dil, insanı insan yapar, insanı diğer varlıklardan ayırır. Uygarlık, tarih ve gelecek bilinci dille oluşur. Dil ile üretir, saklar, aktarır, çoğaltır ve yeniden üretiriz. Gelecek kuşakların, kültürel birikim çeşitliliğimizi sahiplenip yaşatması, dil varlığı ile mümkün olabilecektir; nitelikli kuşakların yetiş(tirilebil)mesi de. Kutsal kitaplar, “Oku” emriyle başlar. Konuşup yazmanın olduğu yerde insan vardır, insanın olduğu yerde ise dil olacaktır. Dil, kültür coğrafyasına ithal bir kültürün diliyle değiş-tokuş yapıldığında, kaybedilen dil değil “gelecek”tir. İnsanımız, ait olmadığı coğrafyalara özenti sarmalında kendini küçük düşürdüğünün farkında olmadığı gibi değerlerimize harakiri yapmayı çağdaşlık saymakta, dil üzerinden pek çok iyi ve güzel şeyin erozyona uğramasına aracılık ettiğini önemsememektedir. “Dilsiz toplum”a yani birbirini anlamayan ve dinlemeyen bir “güruh”a evirildiğimizin ne zaman farkında olacağız? Aydınlarımız, “aydın takılmak” derdiyle konuya uzak; dil yanlışlarının kamu muhatabı Türk Dil Kurumu (TDK), Anayasal sorumluluk bağlamındaki adres olmasına karşılık sessiz; Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), dili İngilizceleştiren “TiVi”lere bunun Türkçe söylenişinin “TeVe” olduğunu henüz öğretememiştir. Kamunun “idareimaslahatçı” tutumu, yurttaşlar nezdinde pazar satıcısı ya da minibüsçü çığırtkanlığı olarak karşılık bulurken öğrenciler dilekçe; iş insanları teklif mektubu; doktorlar okunup anlaşılabilir reçete yazmaktan bîhaber; “plaza” çalışanları melez bir dil ile “cool duruş, e-mail dokunuş” peşindedirler. Edebiyat fakültelerimizde Türk Dili ve Edebiyatı yüksek lisans ve doktora öğrencileri, “eski Türkçe metinleri” okuyup çözümleyebilecek dil bilgisinden muaf; İngilizce, Fransızca veya Almanca’dan yeterlilik sınavına tabi tutulurken Akademi (Üniversitelerimiz) düştüğü komik durumla ilgilenmemektedir. Elli yıl öncesi tarihli Türkçe eserleri “sadeleştirerek” yani Türkçeden Türkçeye tercüme ederek okuyup anlayabilen yerkürede başka bir ulus var mıdır? Bu arada, kimi “saygın” yazarlarımız İngilizce yazıp Türkçe’ye tercüme edilmeyi marifetten saymaktadırlar. Dilde yozlaşmanın çıktısı, toplumsal çöküş (içinde yaşadığı topluma saygı duymamak), ve özdeğerlerine yabancılaşmaktır. Sonuç, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov (1928-2008)’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur”da dediğini doğrulayacaktır; “mankurtlaştırılmış bireyler” (belleği boşaltılmış, amaçsız, tahammülsüz, tüketmek odaklı). Anaokulundan başlayarak çocuklarımızın ana diline İngilizce’yi eklemek temel analık-babalık görevleri arasında. Daha bebekliğinde “yabancı dadı” ve/veya eline tutuşturduğumuz telefon ve dijital içerik sağlayıcılarla İngilizce çizgi filmler ve animasyonlar izleyerek büyüttüğümüz çocuklarımız doğaldır ki “büyüyünce” yurtdışında ikamet edecekler; ülke yönetimi de vasatlar arasında top gibi gidip gelecektir. Anadilinin sesini ve ezgisini kaybeden çocuk; kendini başka kültürlere kodlayarak farklı ve ayrıcalıklı olduğuna inanacaktır. Hoca Nasreddin’den üç fıkra bilmeyen çocuklarımız Harry Potter’ın soy ağacını yazıyor! Tablo böyleyken, bize düşen, “ne olacak memleketin hali” üzerinden geyik çevirmek olacaktır. İngilizce’yi anadili gibi konuşuyor diye övündüğümüz çocuklarımız cep telefonunda yazışırken “slm”, “tmm”, “tşk” diyor. “İkisi bir arada” geldiğimiz nokta; egemen dil İngilizce lehine sözcüklerimizi onların telaffuzuyla seslendirmek, sözcüklerimizi kuşa çevirmek gönüllü köleliğe talip olmaktan başka nedir ki? Telaffuz edildiği/okunuşu gibi yazmak etkileşimdir ve dili zenginleştirir, diğeri dili (İngilizceye) köleleştirmektir. Hatta bazı İngilizce sözcükleri Türkçe ile evlendirip “enternasyonal nikah memurluğu” yapıyoruz… Material for a Study of Turkish Words in English (E.V. Gatenby, 1954, https://dspace.ankara.edu.tr) başlıklı makale, İngilizce’ye geçmiş bazı Türkçe sözcüklerin nasıl kullandıklarına dair ilginç olduğu kadar öğretici. Makalede Türkçe’den aktarılan sözcüklerin “kendi dillerindeki (İngilizce) yazılış ve okunuş biçimine dönüştürüldüğünü” görüyoruz. Birkaç örnek tartışmanın zihnimizde netleşmesine yardımcı olacaktır: Türkiye ve Türk sözcükleri İngilizce’de Turk, Turkey, Turkish şeklinde karşılık bulmaktadır. Kımız (=koumiss), Hakan (=khakan, chagan, khan, chagan), yüzbaşı (=yuzbashi), tüfekçi (=tufenkji), ağa (=agha), bomboş (=bambosh), paşa (=pahsa), başıbozuk (=bashi-bazouk), kalpak (=calpac, kalpack), komitacı (=comitadji), derviş (=dervish); efendi (=effendi), Ayşe (=Aysha), konak(=qonaq), Osmanlı (=Ottoman), papuç (=pabouch), Türkmen (=Turcoman) ve yoğurt (=yoghurt). Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri “karşılıklılık”tır. Bu noktadan hareketle bizde, İngilizce özel isim, sözcük ve coğrafî yerleri Türkçe söylenişine göre yazıp neden dilimize sahip çıkmıyoruz? Türkçe’nin fonetiğini koruyamazsak yakın gelecek Türkçe diye bir dil kalmayacaktır. Dil yani Türkçe, enflasyon, adalet, sağlık kadar önemlidir! Kültürünün efendisi olmak, dünyaya söyleyecek sözü olmaktır; Göte, Konfüçyus, Servantes enstitüleri neden vardır? “Katmer”i, “gözleme”yi bayağılık, “pancake”i modern dünyaya eklemlenmek olarak içselleştirdiğimiz çocuklarımız ile Türkçe hayatımızdan çekilirken “savaş”ı/geleceği kim kazanacak dersiniz? “21 Şubat Dünya Anadil Günü” imiş UNESCO’nun talimatı ile. Kutlarım! Ha gayret “ladies and gentlemen”! Yakında “İzmir Pizzeria” görürsem şaşırmayacağım… Hele bir de başında HAKİKİ, ÖZ ve/veya TARİHİ sözcükleri olursa… Gülün adı, başka bir şey olsaydı güzelliğinden/kokusundan bir şey kaybeder miydi? Türkçe’den korkmak, utanmak niye? Siz hiç İtalya’da “Hadigari Pizza” dükkânına rastladınız mı?